8 Mayıs 2013 Çarşamba

Bağların ortasında bir yaşam...


Selim ve Pınar Ellialtı çifti Çanakkale – Eceabat’ta önce hobi için aldıkları bağlarla bugün butik bir marka yarattılar. Bağın ortasındaki yıkık dökük evi ise elektriğini kendi üreten şirin bir bağ evine dönüştürdüler. Hem çocuklarını hem de markalarını bir zamanlar destanların yazıldığı bu topraklarda büyüttüler
Fotoğraflar: Deniz İYİDOĞAN

Baharın geldiğinin ilk habercisidir bağlar. Tatlı bir heyecan başlar bağlarda, tarlalarda bahar aylarında. Üzümler, zeytinler ilk meyvelerini doğaya sunar. Kış boyunca bekledikleri güneşi gören meyveler mutluluklarını ilk meyvelerini vererek belli eder. Bağ evlerinde ise ayrı bir telaş yaşanır. Kış boyunca kapatılan evler açılmaya, bahçeler süslenmeye başlar. Bağ evi yaşamını bilen oraya ayrı bir özlem duyar. Bağın tam ortasında hayat bir yandan çok keyifli bir yandan da zordur. Suvla şarapları ve Kilye zeytinyağı ve zeytin ürünleri markalarının sahipleri Selim ve Pınar Ellialtı, 2005 yılından beri bu yaşamın hem kendini hem de zorluklarını yaşayanlardan.

Çanakkale Eceabat'ta aldıkları küçük bir bağ Ellialtı çiftinin şimdiki hayatına yön verdi. Yaz aylarında sadece bir uğraş olsun diye aldıkları bağın tam ortasındaki küçük evi keyifli bir bağevine dönüştürünce kendi yaşamlarındaki dönüşümü de tetiklediler.  Önce yaz aylarını geçirdikleri keyifli bir yerdi burası. Şimdi ise hem çocuklarının adını verdikleri hem de ticari anlamda da yeni bir hayata atıldıkları yer oldu.  İlk olarak bağları satın aldılar, 2005 yılında da buradaki hayatlarını tamamlayacak bağ evini hayata geçirdiler. Satın aldıkları bağlara oğulları Bozok’un adını koyarak ‘Bozok Bağ’ı hayata geçirdiler. Çocuklarını da markaları da bir zamanlar destanlar yazılan bu topraklarda büyüttüler. Küçük bir bahçeyle yola çıktıkları hikâye ise bugün bin dönümü bulan bağlarla şenlendi, markaları da Türkiye geneline yayıldı. Suvla Şarapları ve Kilye Zeytinyağı markası yaratan girişimcilerin öyküsü de işte bu şirin bağ evinde başladı...
Köylerden ahşap kapılar toplandı

Ev sahibi Pınar Ellialtı, bağları tamamlayan bu evin aslında kendi hikayelerine de yön verdiğini söylüyor. Ellialtı, sadece 80 metrekare olan bu şirin eve o kadar gönül vermiş ki yapımından dekorasyonuna kadar her aşamasında önemli bir katkısı olmuş.  Gelibolu Yarımadası topraklarında bulunan bağdaki evi aldıklarında yıkık dökük bir kalıntı halindeymiş. O döküntüyeruhlarını da katarak bu evi yaratmışlar.  Önce çevre köylerde yıkılan evlerden eski taşlar toplanmış, köydeki taş ustalarını bularak bu ev inşa edilmiş. Evin kapısından penceresine kadar her şey köyden toplanmış. Köyde yıkılan eski ahşap ve taş evlerin pencelerini ev sahiplerinden satın alan Pınar Ellialtı, aslında bir süre garip karşılanmış. İstanbul’dan gelen bu bayan niye eski kapıları topluyor diye köy halkı merak etmiş. Herşeyin orijinal ve bağ hayatına uygun bir şekilde yapılmasına çok önem verdiğini söylüyor Ellialtı. Evin dış mimarisinde olduğu kadar dekorasyonunda da profesyonel mimari destek alınmamış. Ellialtı, evin içindeki koltuk sandalye ve masaları da kendi zevkine göre köydeki ahşap ustalarına yaptırmış. Sandalyeleri bile şimdi moda olan eski tarzda ürettirmiş.

Evin içinde ve bahçedeki tüm dekoratif malzemeleri ise gittiği ülkelerden ya da İstanbul’un farklı yerlerinden toparlamış. Ellialtı, "Her üründen tek olmasına özellikle önem verdim. Hepsini gidip tek bir yerden almadım. İhtiyaca göre gittiğim her yerden birşeyler topladım. İçimde olan o iç mimar bu evde ortaya çıktı" diyor. Evin içindeki eşyalar ve objeler ise Cunda Adası'ndan Bozcaada'ya İstanbul’daki Horhor Çarşısı'ndan Çukurcuma'ya kadar farklı yerlerden toplanarak biraraya getirilmiş.

 

Kendi elektriğini üretiyor

Evi meydana getiren taşlardan ahşap kapılarına kadar herşeyin doğal olduğu evin bir başka özelliği de tam anlamıyla ekolojik bir olmasında. Çünkü binlerce dönümlük bağların tam ortasında olan köyden de bir hayli uzakta bulunan evde su ve elektrik altyapısı yok. Elektrik, evin bahçesine kurulan rüzgar ve güneş enerjisinden üretiliyor. Su da doğal kaynaklardan sağlanıyor. “Rüzgar olmadığı günlerde elektriksiz kaldığımız bazı akşamlar da oldu” diyen Pınar Ellialtı, “Ama böyle bir evde yaşamanın keyfi de işte bunda” diye ekliyor. Üzüm ve zeytin bağlarının içinde yer alan evi tam bir meyve-sebze bahçesine de dönüştürmüş. Evin bahçesinde badem ağacından zeytine, nardan ayvaya kadar sevdiği tüm ağaçları dikmiş. Evin bahçesini ise kendi dünyasında olduğu gibi en renkli çiçeklerde süslemiş. Bahçede yer alan eski su testileri, rüzgar gülleri ise buraya ayrı bir nostaljik hava katıyor. Üzüm ve zeytin hasadı boyunca burada yaşayan Ellialtı çifti, hem çocuklarını en azından yılın belli bir döneminde şehrin gürültüsünden uzak doğal bir ortamda yetiştiriyor, hem de kendileri için alternatif bir yaşam kuruyor. Yaz boyunca ise farklı yerlerden gelen misafirlerini ağırlamayı da ihmal etmiyor.

 Mahzeni de var

Bir bağ evinin olmazsa olmazı mahzen bu evde de var. Tek katlı bu bağ evinin alt katında yer alan mahzende ailenin 2005’ten beri ürettiği tüm seriler yer alıyor. Ellialtı, "2005'ten beri ürettiğimiz tüm şaraplar burada. İlk ürünlerimizden en son hasada kadar herşey var" diyor.

 





1 Mart 2013 Cuma

Latin ateşi bu topraklarda



Dikey şehir Sao Paulo, yüksek binaları ile insanın başını döndürüyor.
Fotoğraflar: Dilek TAŞ AYDIN
 
 

Brezilya’nın ticaret şehri Sao Paulo, eski binalarıyla hüzünlü bir şehir edasında. Şehri renklendiren tek şey ise binaların üzerindeki grafitiler. Kahve Borsası, Luz Tren Garı ve okyanus kenarındaki Santos ile görülmeye değer Sao Paulo, şehirleri olduğu gibi sevenler ve beklentisini yüksek tutmayanlar için ideal.


Sao Paulo sokaklarını grafittiler renklendiriyor.
 
 Bazı şehirler size geçmişi hatırlatır. Yaşadığınız ya da gördüğünüz şehirlerin geçmişini… Dünyanın gelişen ekonomileri arasında gelen Brezilya’nın ticaret şehri Sao Paulo da bu şehirlerden biri. Binalarıyla, Latin Amerika’nın hareketli ve enerjik görüntüsünden daha çok hüzünlü ve sakin bir ruha sahip. Sao Paulo, ateşli Latin şehirlerinden de çok farklı. Gelişmekte olan ekonomiden henüz nasibini almayan şehir, tipik bir güney Amerikalı. İşsizlik oranlarını yüksekliği sokakta yaşayan çok sayıda insandan belli oluyor. Ancak BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) ülkeleri arasında başı çeken Brezilya’yı tanıyanlar, ülkenin gelişmesiyle birlikte birkaç yıl içinde Sao Paulo’nun da tanınamayacak bir yer haline geleceğini söylüyor.


Brezilya'nın gecekondusu 'favela'lar bile dikey

Dikey şehir

Daha çok ticaret şehri olarak tanınan Sao Paulo, yüksek bir şehir. Şehrin her yerinde dikey binalar adeta başınızı döndürüyor. Gökdelen sayısının en fazla olduğu şehirler arasında geldiği konusunda iddiaya girebilirsiniz. Üstelik bu yapıların çoğu eski tarz binalardan oluşuyor. O kadar ki, bizim gece kondu olarak nitelendirdiğimiz Brezilya’lıların ‘favela’ adını verdikleri yerleşimler de dikey binalardan oluşuyor. Şehrin genelindeki ‘favela’ların sayısı o kadar fazla ki, Brezilya hükümeti, büyüyen ekonomisinden inşaat sektörüne de pay çıkararak kentsel dönüşüm kapsamında bu yapıları yıkıp yeni konutla yapmayı hedefliyor. Şehirde binaların ve duvarların üzerine yapılan grafitiler ise eski görünümlü şehre renk katan unsurlar olarak dikkat çekiyor.

 
Şimdiye kadar içtiğim en güzel kahve
Kahve Borsası’nda geçmişe yolculuk

Sao Paulo’da mutlaka görülmesi gereken yerler listesinde Kahve Borsası ve Müzesi ilk sırada geliyor. Bir zamanlar kahve ticaretinin geçiş merkezi durumundaki ülkedeki Kahve Borsası’nda günlük kahve fiyatları yayımlanıyor. İçeride ise tarımda kullanılan aletlerden tüccarların fotoğraflarına kadar geçmişe doğru yolculuğa çıkıyorsunuz. Müze içinde bulunan siyah - beyaz fotoğrafın yanında bir poz vererek eski kahve tüccarlar ve işçilerle aynı kareye girebilirsiniz. Müzenin içindeki kafe ise nefis kahve kokusuyla sizi kendine çekerken çıkışta uğramadan edemiyorsunuz.

Ancak kahve ticaretinin en çok yapıldığı yer olmasına rağmen Brezilya’da kahve sektörü çok gelişmiş değil. Öyle ki restoranlardakiler hala espresso ile latte arasındaki farkı bilmiyor. Bu nedenle onlara ‘sütlü ya da sade olsun’ şeklinde tarifler verebilirseniz istediğiniz kahveyi içebiliyorsunuz. Tabi bu durum lüks restoranlar için geçerli değil. Sao Paulo’ya hem tepeden bakmak hem de İtalyan mutfağını tatmak için İtalya Kulesi olarak adlandırılan iş merkezinin en üst katındaki restorana mutlaka uğrayın. Sao Paulo hakkında ilk izlenim ve genel görünüm için burası en ideal yerler arasında. İçeride Brezilyalıdan çok uluslararası alandaki iş adamlarıyla karşılaşıyorsunuz. Burası şehirdeki en önemli iş anlaşmalarının yapıldığı yer olarak da dikkat çekiyor.

 
 
Restoranlarda kırmızı işarete dikkat!

Brezilya’da kahve ticaretine rağmen kahve kültürü ne kadar az gelişmişse, tarım ve hayvancılık cenneti olan ülkede gıda sektörü o kadar gelişmiş durumda. Hayvancılık özellikle de et konusunda Brezilya’nın ara sokaklarında yer alan et restoranlarına mutlaka uğrayın. Türkiye’deki kebapçılardan geri kalmayan geleneksel restoranlarda masanıza oturduğunuz andan itibaren servis başlıyor. Masalar arasında dolaşan garsonlar ellerinde döner şişlerini andıran et şişleriyle dolaşarak servis yapıyor. Masanın üzerinde bir tarafı kırmızı diğer tarafı yeşil olan küçük plakalar ise Brezilya’da yemek geleneğinin en önemli detayları arasında geliyor. Masanızdaki plakayı kırmıza çevirmediğiniz sürece et servisi sabaha kadar devam ediyor. Tabağınızdaki bitirmeden başka bir garson gelerek farklı bir eti tabağınıza servis ediyor. Eğer Brezilya’da bu geleneği bilmiyorsanız yemek servisinin sabah kadar sürmesi içten bile değil…


Tüm tropik meyveleri sebze-meyve halinde bulabilirsiniz
 

Tropik meyve cenneti…

Sao Paulo’nun en renkli ve en otantik yerleri ise şehrin en büyük pazarının kurulduğu yer ile İstanbul’daki Mahmutpaşa’yı andıran kıyafetten ev dekorasyonuna kadar Çin yapımı her türlü ürünün satıldığı yerler. Alt ve orta gelir grubun uğrak noktası olan bu yerler şehirde en güzel fotoğraf karelerine sahne oluyor. Ülkeye özgün ürünler yerine ‘Made in China’ damgalı ürünler buranın temelini oluşturuyor. Semt pazarı ise mutlaka gezilmesi gereken yerler arasında. Her türlü tropik meyve, tezgahlar üstünde rengarenk görüntü oluşturuyor. Tezgahtarlar ellerindeki bıçak ve meyvelerle bu ilginç meyvelerden birer dilim keserek size uzatıyor.
Kalabalık şehirde günün her saati trenler dolu


Şehrin en hareketli ve en tarihi yerlerinden biri ise Luz Tren Garı. Tarihi bina adeta geçmişte yolculuk yapıyor izlenimi yaratıyor. Sao Paulo halkı ise günü en hareketli saatlerinde istasyonu dolduruyor. Üstelik sadece yolcu trenleri değil, kum, gıda maddeleri taşıyan trenler de bu istasyondan geçerek gideceği yere ulaşıyor. Luz Tren İstasyonu’nun çevresi ise favela denilen gecekondularla dolu.

 

 
 

Okyanus kıyısında serinleyin

Sao Paolo’nun gelir düzeyi en yüksek ve Latin kültürünü daha çok hissedeceğiniz yeri ise yazlıkların bulunduğu Santos. Okyanus’un kenarındaki bu küçük ve şirin şehir Sao Paolo halkının yaz aylarında serinlemek için geldiği yerler arasında. Kilometrelerce uzunluktaki sahilde dalgalar kıyıdan çekilince koyu renkli kumların üzerinde adeta bir ayna görüntüsü oluşuyor. Sahil kenarında bulunan gökdelenlerin görüntüsü plaj kumlarına yansıyınca da fotoğrafik bir görüntü oluşuyor. Santos sokaklarında ilerlediğinizde ise daha üst gelir grubunun yaşadığı modern gökdelenlerle karşılaşıyorsunuz. Sao Paolo’dan Santos’a ilerledikçe gelir düzeyinin de yükseldiğine tanık oluyorsunuz. Futbol cenneti olan Brezilya’nın efsanevi futbolcusu Pele’nin Müzesi de burada bulunuyor. Müzede Pele’nin giydiği formalardan oynadığı efsane maçların görüntülerine kadar her şey var….

Okyanus kıyısındaki Santos sahillerinde deniz bazen geri çekiliyor. İşte böyle bir durumda ayağınızın altındaki siyahi kumlar bu fotoğraftaki gibi adeta aynaya dönüşüyor

 

 

 

6 Şubat 2013 Çarşamba

İçinden aşk geçen şehir: PARİS


Paris sadece yaz aylarında değil kışın dondurucu soğuğunda da güzel

Paris üzerine çok sayıda şiir, kitap yazıldı, sayısız film çekildi. Dünyanın en güzel başkentlerinden biri olan şehri, 15 dakikalık giriş sahnesiyle en güzel özetleyen filmlerden biri Midnight in Paris (Paris’te geceyarısı) oldu. İki arkadaşımla birlikte 2000’li yılların başında gittiğimiz ve doyamadığımız Paris’e yeniden gitme kararında bu filmin önemli etkisi oldu.

Sacre Coeur'un ihtişamı görülmeye değer
KIŞIN BİLE GÜZEL

Paris en güzel ilkbahar ya da sonbaharda yaşanır. Ancak bizim sabırsızlığımız kışın en soğuk ayında (aralık) buraya gitmemize engel olamadı.  Gördük ki Noel’e hazırlanan ve tatlı bir telaşın yaşandığı buz gibi sokaklarında Paris, kışın soğuğunda bile güzel. Soğuğa dayanamayan biri olarak bu mevsimde bana bile güzel.

Her şehir insanın damağında bir tat bırakır. Paris’i tarif etmek imkansız. Kendimi bu tarifi yapmaya zorlarsam da Laduree’nin karamelli macaronunu seçerim. Gerçekten tatlı, tatlının da tatlısı. Ama bayıcı değilJ

Avrupa şehirlerini gezdikçe bir seyahat körlüğü yaşamaya başlıyorsunuz. Ancak Paris, kendine özgü tavırlarıyla bu körlüğü yenmeyi başarıyor. Renkli ve kalabalık Champs Elysee, romantik Montmartre, tarih kokan Notre Damme ile Paris aslında birkaç günlüğüne değil en az bir aylık bir turda keşfedilebilir. Çünkü her ziyaret ettiğiniz yer sizde öyle bir his bırakıyor ki bir sonraki gün oraya özlem duymaya başlıyorsunuz. Belki bir ayda Paris’i yaşayarak gerçek anlamda şehrin tadına varabilirsiniz.

 ROMANTİK ŞAİRLER MEYDANI

Monmartre'deki Ressamlar Meydanı'nda kendi portrenizi
birkaç dakikada çizdirebiliyorsunuz 
Bana göre Paris’in en romantik yeri Monmartre. Şehre 130 metre tepeden baktığınız bu yer, adeta şehri gözetleyen Sacre-Coeur Kilisesi, Ortaçağ köylerini andıran daracık tarihi sokakları,  ressamların toplandığı ve ayaküstü sanat eseri çıkardıkları sanatçılar meydanı ile bana göre şehrin en görülesi yerlerinden. Kapitalizm hediyelik eşya dükkanları dışında adeta buraya uğramamış. Paris’e tepeden bakan Sacre-Coeur Kilisesi’nin içine mutlaka girin. Hatta denk getirebilirseniz pazar günü bir ayine katılırsanız buranın tarihi havasını tam anlamıyla yaşayabilirsiniz. Hem şehre yakın olmak hem de tarihin içinde yaşamak için buraya yakın sokaklardaki küçük oteller de ideal yerler arasında.

Eyfel Kulesi şehrin en kalabalık yerlerinden. Yılın 365 günü çevresi turistlerle dolu Eyfel yağmurlu bir havada bile turistlere gülümsüyor. Bazılarına göre gerçek bir çekim merkezi bazılarına göre ise pazarlaması mükemmel yapılan demir yığını ola Eyfel, başlı başına İstanbul’dan fazla ağırladığı turist sayısıyla dünyanın en çok ziyaret edilen yerler listesinde ilk sırada. Sanırım bu istatistik bile insana daha fazla söz söylemeye gerek bırakmıyor. Şehri Eyfel’den görmek için turlar da mevcut. İsterseniz Eyfel’in içindeki restoranda yemek yiyerek bu anı unutulmaz bir anıya dönüştürebilirsiniz. Ya da Eyfel’e karşıdan bakan ara sokaklardan birinde oturabilir, kahvenizi yudumlarken bu görkemli yapıyı inceleyebilirsiniz. Ancak bu çevredeki kafelere dikkat. Çünkü bazı kafeler yemek saatinde kahve servisi yapmıyor. Bizim oturduğumuz Salone de The adını taşıyan kafedeki gibi “Kahve servisi yapmıyoruz. Bitmiştir” diyen kaba garsonlarla karşılaşabilirsiniz. Bu kafede karşımızda oturan Avustralyalı çift “Çok kaba davrandı. Bizce paranızı harcamaya değmez diyerek masadan kalkıyor. Biz de onlarla birlikte kalkıp hemen karşısındaki kafeye geçiyoruz.
LOUVRE'A BİR GÜN YETMEZ

Eyfel’den çıktıktan sonra bir sonraki durağımız Louvre Müzesi. Müzeye adım atar atmaz karşılaştığımız kalabalık insanın başını döndürüyor. İnsan önce bir “Acaba bu sıraya hiç girmeyip dışarı mı çıksam diye düşünüyor. Ancak sonra kendini motive edip sıraya giriyor. Neyse ki sıra hızlı ilerliyor. İçeri girdikten sonra ilk durak 10 yıl önce Louvre’ın içinde koşturarak bulduğum ve hayal kırıklığına uğradığım Mona Lisa tablosu. O kadar küçük ve gösterişsiz ki Louvre’un içindeki dev sanat eserlerini görünce Leonarda da Vinci’nin bu tablosunun özelliği ne diye düşünüyorsunuz. Üstelik bazı söylentilere göre çalınma riskine karşı gördüğünüz tablo bir replika. Biz sadece söylentilerin yalancısıyız.

Louvre’a saatler yetmez, bir tam gün ayırmalısınız. Biz yaklaşık 4-5 saat kaldık buna rağmen tamamını gezemedik. En iyi elinize girişte dağıtılan rehberlerden alın ve bölüm bölüm gezin. Ayaklarınıza kara sular indiğini fark ettiğinizde ise bir ara verip alt kattaki kafelerden birine oturun, biraz nefes alın ve gezmeye devam edin. Ama sakın yarım bırakıp çıkmayın.

NOTRE DAMME HÜZÜN KOKUYOR

Buradan sonra ise yürüme mesafesindeki Notre Damme Kilisesi’ne gidiyoruz. Dışarıdan o kadar görkemli ki yapıyı tam karşıdan izleyebilmek için basamaklar yerleştirmişler.Ancak sadece dışarıdan seyretmek yetmez. İçerisi loş ışığı ve sessizliğiyle farklı bir his uyandırıyor.

Biz Notre Damme’ı sırılsıklam eden bir yağmurda gezdik. Eminim baharda buranın keyfini çıkarmak daha farklı oluyordur. Ardından çoraplarımıza kadar ıslatan bu yağmura rağmen Seine Nehri boyunca yürüdük. Seine Nehri yağmurda buğulu bir renk alıyor. Fotoğraf meraklıları için mükemmel bir sahne halini alıyor.

 
ARA SOKAKLARDA YÜRÜYÜN

Nehrin üzerinden geçip dümdüz ilerlediğinizde yıl sizi Champs Elysee’in son bulduğu sokağa çıkarıyor. Bu caddeden yukarı yürüyerek dünyanın en pahalı ve popüler caddesinin tadını çıkarın. Ama beni Champe Elysee’yi kesen ara sokaklar daha çok etkiledi. Çünkü cadde her yerde görebileceğiniz uluslararası markalarla dolu. Ara sokaklarda ise Paris’te olduğunuzu gerçekten anlayabileceğiniz küçük ve şirin ‘provence’ tarzı kafeler ve butik mağazalar var. Lütfen sadece Champs Elysee ile sınırlı kalmayın ve bu ara sokaklara da girerek Paris ruhunu yaşayın. Cadde üzerinde oturup yemek yiyebileceğiniz lokal alternatif fazla yok Genelde İtalyan ve uluslararası mutfaklardan örnekler var. Ara sokaklarda ise kiş gibi gerçek Fransız lezzetlerini bulabilirsiniz.
 
Paris’e kış aylarında gidecekseniz tatlı bir Noel telaşının yaşandığı günlerde gidin. Gittiğiniz her mağaza her restoran Parislilerden çok turistlerle dolu. Ancak yine de o tatlı telaş güzel bir his bırakıyor insanda. Ekonomik krizin etkileri ise özellikle Noel zamanında mağazalara rastlamamış. Herkes alışverişte. Şehrin en büyük çok katlı mağazası (departmant store) LaFayette adeta semt pazarına dönmüş. Adım atacak yer yok. Lüks mağazalar Parislilerde çok Uzakdoğulular doldurmuş. Tüm mağazalar yeni yıla özel rengarenk görsel şovlarda tasarlanmış. LaFayette mağazası bu görsel şöleni o kadar abartmış ki dev mağazanın vitrini dans eden manken ve kutup ayısı figürleriyle turistlerin çekim alanı haline gelmiş. İçeri girmeyenler bile kapının mağaza önünde fotoğraf çektirerek bu kalabalığa karışıyor. Şehrin en ünlü tatlı butiği Laduree’de bu görsel şölene vitrin süslemesiyle katkıda bulunmuş. Ancak bu sıradan bir şov değil. Şehrin en eski Laduree dükkanından içeri girdiğinizde sıradan bir kafeye girmediğinizi anlıyorsunuz. Çünkü eğer bir şeyler satın alıp çıkmayacaksanız kafede oturmak için içeri yöneliyorsunuz. Ancak garson sizi kapıda karşılıyor ve sırayı gösteriyor. İçeride oturmak için ayakta sırada bekliyorsunuz. Neyse ki biz uzun süre beklemeden hemen boşalan bir masaya aldılar. İçerisi sizi adeta geçmişe yolculuğa çıkarıyor. Kafenin nostaljik tasarımı yapay değil. Bardaklarından tabaklarına kadar her şey Paris kokuyor.


Eyfel'in ihtişamı görenleri büyülüyor